ŞEVKET BULUT’TAN BİZE BİR İLETİ VAR

Şevket Bulut, geride 7 hikâye kitabı bırakmasına rağmen, yıllarca özenle atlanmış önemli bir hikâyecidir. (Bahaeddin Özkişi için de aynı şey söylenebilir; fakat akademisyen Cüneyt Issı, Özkişi aleyhine daralan hattı yardı.) Bulut, birkaç kişinin hikâye yazdığı dönemlerde (1970-90) yazmayı sancı edinen bir emektardır. Bu toprakların insanlarının hikâyesinin anlatılmasından söz edeceksek ilk akla gelen isimlerden biridir Bulut. Anadolu’da yaşadı, büyük şehirlerin şamatasına girmedi. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu (biraz da görevi gereği) iyi bilirdi. Maraş, Malatya, Erzurum, Kars, Kilis, Hatay, Adana, Sivas vb. Anadolu’nun nabzının attığı illerde dolaştı. Yaşadığı dönemde “Cumhuriyet döneminde 100 önemli hikâyeci” arasında gösterilmişti. (daha&helliip;)

DEVAMI --››
Kutlu’dan Hududullah Merkezli Teklifler -değini-

KUTLU’DAN “HUDUDULLAH” MERKEZLİ TEKLİFLER

Mustafa Kutlu ve hikâyeciliği hakkında yazmamış olmamı bir eksiklik olarak kaydetmişti bir eleştirmen.[1] Bendeniz de “Kutlu ve eserleri ile ilgili o kadar çok yazıldı ki kendisinin de yazılanların sayısını bildiğini sanmıyorum. Doğrusu, yazacaksam bu farklı bir şey olmalı” diye düşünmüştüm. O  “farklı şey” Kalbin Sesi İle Toprağa Dönüş’le geldi.[2]

Hikâyeyi “hayatın hülasası” olarak gören Kutlu’nun bu çalışmasını da hayata deneme türünde düşülmüş bir kayıt olarak görmek mümkün. Bu kadar değil, Bize kalırsa bu kitap Kutlu külliyatının da hülasası. Kutlu, hikâyelerinde değerler manzumesi hâlinde bir mesele olarak işlediği konuyu somut tekliflere dönüştürüyor.  Kitabın hikâyelerden ayrılan (bütünlenen mi demeliydim) tarafı, kurmacanın evreninde işlenen ve bir derdi olan temaların bu kitapta ete kemiğe bürünerek somut verilerle bir teklife dönüşmesidir diyebiliriz. (daha&helliip;)

DEVAMI --››
COVİD GÜNLÜĞÜ

26 Ekim 2020 Pazartesi
Amasya Devlet Hastanesi/03.20
Burada hasta olarak değil hasta annemin refakatçisi olarak bulunuyorum. Aslına bakılırsa “Covid” denen davetsiz misafir yaklaşık bir haftadır “pozitif” kimliğiyle benim de vücudumda ama bedenim üzerinde ciddi bir faaliyetini hissetmedim. Vücudumuzu beğenmemiş de olabilir, bilmiyorum.  “Pozitif” yaklaşık 200 yıl sonra saltanatını “negatif”e kaptırmanın azabı içinde yerlerde sürünüyor; anlamının negatif (olumsuz) hâline ağıt yakıyor Buna mukabil “negatif” kelimesi kıs kıs gülerek ömrünün saltanatını sürüyor, itibarı tavan yapmış durumda.

Covid’in namı kendisinden daha görkemli. Rivayetler muhtelif. J. Borges’in ve G. G. Marquez’in büyülü gerçekçi anlatımlarına benziyor durum. Konakladığı vücutta, negatife döndükten sonra bulaşıcılığını yitirse de taşıyıcı olarak kaldığı   söyleniyor. Marifetleri çok Covid’in.  Bütün bir insanlığı hizaya sokmuş görünüyor. Bütün bunları nasıl başardığına akıl sır erecek gibi değil. Bizim gözlemimize göre başlangıcı ile bitişi üç yıl sürer. (daha&helliip;)

DEVAMI --››
HAKİKATİ KURMACANIN ZEMİNİNDE ARAYABİLİR MİYİZ? -deneme- R.Seyhan

Hakikat Arayışında Yönelimler ya da  HAKİKATİ KURMACANIN ZEMİNİNDE ARAYABİLİR miyiz?

Kurmacanın zemininde hakikati aramak mümkün mü? Ya da kurmacanın lâmbası ile hakikati ne kadar -ya da onun ne kadarını- arayabiliriz? Hakikat arayışında yönelimler hangi istikameti gösteriyor? Bu çalışmamızda bu sorulara cevap aramaya çalışacağız. Bu zeminde beliren yeni sorularla konuyu  irdelemeyi deneyeceğiz.

Bazen gerçek ile kurmaca arasındaki makasın iyice açıldığına, mesafenin daraldığına, bazen de bu ikisinin iç içe geçtiklerine şahit olmuşuzdur. “Olamaz! İnanılmaz!” dediğimiz durumlar bu cümledendir. O arada zaman da hakikatin yedeğinde sürekli evriliyor. Bunlar olurken kurmaca metinlerin hakikati arama yöntemlerinin de evrilmemesi mümkün değil. Burada bir yönelimden söz etmemiz gerekecek. (daha&helliip;)

DEVAMI --››
EKRU YELEKLİ BİR DEVRİMCİ: ASIM GÜLTEKİN Recep Seyhan -Biyografik-

Bazı vefatlar fazlasıyla ölümdür ya da ölümden fazlasıdır. Asım Gültekin’in vefatı böyledir. Uzaktan akrabamdı. Vefat haberini sosyal ağların ilk benden duyacağı aklıma bile gelmezdi. Duyulmuştur sanıyordum. Durumu paylaştığımda tepkiler oldu. Özelden, böyle şaka yapılmaz diye yazanlar oldu. AA durumu teyit amaçlı arayınca anladım ki kimsenin haberi yok. Kendisiyle iletişimim çok sıkı olmasa da buluştuğumuzda derin görüşürdük. En son bir ay önce uzun bir telefon görüşmesi yapmıştık. Bizim kitapların “Toplu hikâyeler” adı altında bir arada yayımlanması ile ilgili bir çalışması olduğunu vefatından sonra eleştirmen Mehmet Erdoğan’dan öğrendim.
Burada Asım’ın biyografisini verecek değilim. O bilgiye her taraftan ulaşılabilir. Asım’ın biyografisinde altı çizilmesi gereken taraflar var. Herkesin müttefik olduğu üç temel husus; ruhlara nüfuz etme becerisi, seçkin bir eğitimci ve eylem adamı oluşudur. Mus’ab B. Ümeyr idi rehberi. Onun için yeryüzü okuldu. Her kesimden insanın ilgi alanına girmeyi başaran, insanlarla çabucak ünsiyet kurabilen renkli bir kişilik ve “nevişahsınamünhasır” bir insandı. Devrimci bir yapısı vardı. Nuri Pakdil, Rasim Özdenören ve Sezai Karakoç sevgisini buraya bağlıyorum bendeniz. Radyoculuktan tiyatroya, şehircilikten (Üsküdar’ı çok severdi) mizaha kadar birçok alana ilgisi vardı. Mütecessis bir insandı. Gittiği her yere, karşılaştığı her kişiye ulaştıracağı “beyaz haberleri” olurdu. (daha&helliip;)

DEVAMI --››
MUSTAFA EVERDİ’NİN ‘BİREY OLUŞ’U İMLEYEN BİR HİKÂYESİ Recep Seyhan-eleştiri

Sanatçı Önüne Çıkan Otoritelere İlişkin Bariyerleri Nasıl Aşabilir?

“O gün ziyaret sırası karımın dayısına gelmişti. Dini bütün Dayı’ya beni göstererek ne kadar dindar bir damada kız verdiklerini ispatlamış olacaklar.” Hikâye böyle muzip ve gülümseten bir girişle başlıyor. Mustafa Everdi’nin hikâyelerinde genelde bu üslup var. Everdi her şeyden önce bir üslup sahibi bir yazar. Onun metinlerini isimsiz ve imzasız olarak bir yerde görseniz bu metin Everdi’nin dersiniz. Üslup tam da budur. Bu keyfiyet yazarın hanesine kaydedilebilecek artı bir değerdir.
Yazar, giriş cümlesinde bize hikâyenin arka plânındaki ilişkiler ağını ya da kahramanın aile ilişkilerinde nereye yerleştirildiğini de imliyor. Bu önemli. Bir hikâye cümlesinin temel özelliği, söylenmemiş ya da söylenememiş olanlara bizi bir çırpıda ulaştırmasıdır diyebiliriz. Yazar, bu hikâyesinde bu çerçeveyi hikâyenin başından sonuna kadar korumayı başarmış görünüyor. (daha&helliip;)

DEVAMI --››
Hocam Ali Rıza Bey / anı

Hocam Ali Rıza Bey

Matematik öğretmenim Ali Rıza Bey, nöbetçi olduğu bir gün, okulun bahçesinde dolaşırken koluma girdi. Bu, yaşadığım bir ilk idi. Bir öğretmenin bir öğrencinin koluna girmesi o yıllarda pek görülebilen bir şey değildi. Hocam yekten bir soru yöneltti:

“Recep, sen niçin sınıfta boş boş oturuyorsun?”

Hiçbir şey anlamamıştım ve yüzüm çocuk saflığıyla kızarmıştı. Acaba derste farkına varmadığım bir kusur mu işledim, diye düşünüyordum. Gerçi matematik dersinde dersi dikkatle sonuna kadar takip ediyordum ama fen dersleri dışında -özellikle meslek derslerinde- sınıfta gizlice (bazen izinli) roman okuyordum. Kusurumuz bu olabilir miydi? Matematik öğretmenimiz sınıf öğretmenimizdi ve konu ona şikâyet olarak ulaştırılmış olabilirdi. İlk an bunları düşündüm.

Hocam ile iletişimimizin öncesi vardı. İlginçtir: Tokat’a Amasya’dan yatılı olarak gelmiştim. Amasya’da da matematik öğretmenim Ali Rıza Bey idi. Bir tevafukla; benim yatılı sınavları kazanarak Tokat’a gittiğim o yıl, Ali Rıza Bey’in tayini de Tokat’a çıkmış; iç dağıtımda da yine İhl’ye gelmişti.

Ali Rıza Bey, sevecen, anlayışlı, genç ve yakışıklı bir adamdı. Onu hepimiz severdik. Kendisi benim kitap okuduğumu, felsefeye ilgi duyduğumu, matematiği sevdiğimi biliyordu. Öğretmenimiz ‘solcu, ve alevi’ idi. Bilgim bu kadardı. Çok insanın bildiğinin aksine İmam Hatiplerde Alevi kökenli öğrenciler de vardı. Amasya’da iken o çevreden arkadaşlarımla iyi anlaşıyordum; ama bu konuları hiç konuşmazdık. Bu arkadaşlarımızla Alevî geleneğindeki birçok ritüelde ortak kodlarımız vardı: Mesela Büyük annem, yaramazlık yaptığımda beni “Seni Yezid seni!” diye kovalardı çocukken. Hasan ve Hüseyin (r.a)’den söz ederken ‘Efendimiz’ kaydını düşerdik. Kerbelâ’dan yükselen çığlıklar bize de ulaşıyordu. Büyük annem, Kerbelâ şehitlerinin anısına Muharrem orucu tutardı; aşure yapardı, bize Yezid’in yaptığı zulümleri anlatırdı. Millet Kütüphanesi Hafız-ı Kütübü M. Serhan Tayşi, Ali Emiri’nin İzinde adlı kitabındaki anılarında, Alevi geleneğindeki ritüellerin Anadolu’daki bazı Sünnî bölgelerimizde de yaşatıldığından söz eder. (Muharrem’de 10 gün oruç tutma, lokma dökme, aşure yemeği, o gün misafirlere ayran ikramı; çocuklar su istendiğinde -Hz. Hüseyin’in susuz bırakılmasına telmihle, saygı olarak yarım bardak verilmesi vb.) Ben hayalimde hızla bunları düşünürken Hocam Ali Rıza Bey sorularına devam etti:

“Bu sene mezun olmak istemez misin?”

Bu sorunun, bir önceki sorunun yine soru yoluyla açıklaması olduğunu da anlayamamıştım. Bu, biraz da heyecanımla da ilgiliydi sanırım: Alışılmışın dışında koluma girmiş bir öğretmen vardı ve rahat değildim. Oysa meslek dersi öğretmenlerimiz bize oldukça mesafeliydiler. Bu yakınlığı nedense esirgerlerdi hep. Hocamın önerisinde anlayamadığım şu idi: Liseden mezun olmama daha iki yılım vardı.

“Bak Recep! Senin gibi birkaç kişi (Süleyman Balcı, Üzeyir Yılmaz, Ahmet Kılınç, Ahmet Aslan) sınıfta boşuna oturuyorsunuz. Derslerin ve öğretmenlerin size yetmediğini görüyorum. Senin de o arkadaşlarının da iki sınıfı birden bitirme imkânınız var. Neden bu hakkı kullanmayasın? Yani biraz çalışmayla bu yıl mezun olabilirsin.”

Utanmış, kulaklarıma kadar kızarmıştım. “Öğretmenlerin yetmediği” ifadesi karşısında hocama “estağfirulah” demeyi bile akıl edemeyecek kadar toydum. Öyle gözü açık biri de değildim, ahmakçaydım. Olabilir miydi? Kalkabilir miydim bu yükün altından? Mevzuat o yıllarda buna uygundu. 10 not baremi üzerinden her dersi ayrı ayrı 8 düşürmek şartıyla, fark derslerini vererek sınıf atlanabiliyordu. Şartları biraz ağırdı; fakat her dersi ayrı ayrı en az 8 düşürmek öyle kolay da değildi.

Hocamın bu insan tavrı, kafamda, bazı taşları ilk kez yerinden oynatmıştı. Bu, hayatımın ilk sorgulamasıydı da: Anladım ki Alevîlik hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığım gibi mevcut bilgilerim de oldukça sakattı. Bize, kaynağı belirsiz bir yerden ulaşan bilgiye göre de “Alevîler ‘Kızılbaş’tı. Namaz kılmazlar, oruç tutmazlardı; yıkanıp yıkanmadıkları bile meçhuldü. “Bizim namazımızı Ali kıldı,” derlerdi. Üstüne üstlük ‘mum söndü’ işleri vardı ve ‘solcu’ydular.” Bu fantastik ve uçuk yargıların Sünnî topluma nereden, nasıl bulaştığı ayrı bir konuydu ama algı böyleydi. Biz de toplumun dışında bir yerde değildik. Bu algı, Alevî toplumunda da (tersinden) böyleydi. Oraya yansıtılan bakışa göre; İmam Hatip Liseleri, ‘gerici’ yetiştiren okullardı ve burada derslerin, toprak zeminlerde, yazı tahtasız sınıflarda yapıldığını düşünenler bile vardı. “Sünnîler ‘Yezit’ idi ve ‘sağcı’ydılar. Sağcılar abd’ye dosttular; ülkenin yabancılara peşkeş çekilmesinden rahatsız değildiler. İşbirlikçi sermaye, halkı uyutmak için ha bire ‘imam okulu’ açıyordu. İmamların ne işi vardı üniversitede; kendilerine uygun görülen üçüncü sınıf konumları nelerine yetmiyordu?”  Bu bağlamda ‘sağ’ ve ‘sol’ kavramlarını değil sadece sahip olduğum kültür kodlarını da sorguladım:

O yıllarda, iki renk vardı: Siyah ve beyaz; sağcı ve solcu. “Solculuk beyazdı, ilericilik demekti. Sağcılık ise siyahtı, gericilik idi. Sağcılar, dini imanı bütün adamlardı; solcular dine ve imana soğuk bakan, muhtemelen ‘dinsiz’ kimselerdi. Solcular, İhl’ye düşman gözle bakarlardı. Sağcılar vatansever kimselerdi, solcular ise “vatanı satmaya hazır” durumdaydılar vb.” Oysa her iki tarafa da hâkim olan bu kör bakışların hiçbiri gerçeği yansıtmıyordu. Yaşanan bir akıl tutulmasıydı. Kimse bu konuları oturup dostça konuşmuyor; birbirini anlamak istemiyordu sanki. Bağnazlık, sorgulamamak, anlamaya çalışmamak, ‘öteki’ni görmemek, iticilik, renk körlüğü, dünyaya tek gözle bakmak, her iki kesimde de eşit düzeyde ve ortak bir özellikti. Herkes, kendini ait hissettiği kanadın verilerini tek doğru sanıyordu; bu verilerin sınırlarını aşmamaya ‘azm ü cezm ü kast eylemişti’ sanki. Anladım ki ben sağcı değildim ama solcu da değildim. Çok sonra anlaşılacaktı ki Alevî vatandaşlarımız, “devletin kendilerini Sünnîleştirme çabasında olduğu, Alevî köylerine ‘zorla’ cami yapıldığı” gibi bir iddianın gerçekten sahibi değillerdi: Bu iddialar başka yerlerde kotarılıyor  marjinal gruplar tarafından da Aleviler adına tedavüle sürülüyordu. Bilgim ve gözlemim şudur: Problem, Alevîlerin Sünnîleşmemeleri değil; Sünnîlerin doğru dürüst Sünnî; Alevîlerin de Alevî -Ali’nin izinde- ol(a)mamalarıdır. Çok sonra anlayacaktım ki çoğu Sünnî, sahiplendiği mezhebinin itikadî görüşlerinin öncüsü İmam Maturidî (vef. 944)’nin adını bile duymamıştı. Çoğu Alevî’nin, (üstelik okumuşların) Hacı Bektaş-ı Veli (vef. 1271)’nin  ‘kırk makam’ı ve şeriat, tarikat, marifet, hakikat gibi ‘dört kapı’yı konu ettiği Makālāt’ından haberi bile yoktu; ama bu dört değere, yel değirmenlerine saldırır gibi  hücum konusunda bir sürü gürültü vardı orta yerde.

Bu okula girişim de hayli olaylı olmuştu. İlkokul öğretmenlerim sırayla babama âdeta yalvarmışlardı: “İyi düşün! Bu çocuğa yazık etme! İmam Hatipler zordur, orada ders sayısı ortaokulun iki katı. Üstelik senin çocuğun o okulu kaldıracak yapıda değil. Dahası, normal ortaöğretim kurumları 6 yıl iken orası bir yıl fazla. Neden bir yıl fazla okutasın?” Böyle sorularla aklını çelmeye çalışsalar da babam beni İmam Hatip’e vermeye kararlıydı. Ben de istiyordum bunu doğrusu.

O dönem, Hocam Ali Rıza Bey’in telkinleriyle ara sınıf bitirme sınavları için müracaat ettim. Çok çalıştım ve benim “o okulda okuyamayacağımı” düşünenleri şaşırtarak emsallerimden önce mezun olarak okulu bir yıl erken bitirdim. Yaşıyor mu, bilmiyorum. Hayatta ise hocam Ali Rıza Özaydınlı Beyefendiyi saygılarımla selamlıyorum.

 

DEVAMI --››
“BAŞKASI” R.Seyhan / deneme

“BAŞKASI”
Emmanuel Levinas’ın “başkası” dediği biri var. “O” veya “diğeri” de denebilir.
‘Beriki’nin yok saydığı, onunla aynı ülkede bile bulunmak istemediği “başkası”…
O eğer “başkası” ise onun taraftan bakınca sen de “diğeri” ya da “öteki” oluyorsun.
Sen taze fasulyenin yoğurtlanmasından hiç hoşlanmayabilirsin ama o buna bayılabilir.
Sen eve “kaçak” giren bir karasineği şerre yorarken “başkası” onu hayra yorabilir.
Onların da evlerinde kumanda bazen kayboluyor, prizlerden biri yanmış oluyor.
Onların evinde de bütün kayıpları bulan bir anne veya babaanne var.
Hiçbir şey yoksa yalnızlık var, kimsesizlik veya kahır var… Onunla yaşıyorlar.
Onların evindeki cep telefonları da aralarında anlaşarak evde hâkimiyeti ele geçiriyorlar bazen. (daha&helliip;)

DEVAMI --››
YAŞAR NURİ ÖZTÜRK YAZISI / R.Seyhan-Biyografi(k)

YAŞAR NURİ  ÖZTÜRK YAZISI

Yaşar Nuri Öztürk de gürültülü bir ömrün sonunda sakin bir hayata ebediyen geçiş yaptı.* Yaşar Nuri Hoca için -vechimi pâk eyleyerek ve bühtandan sakınarak -eski bir mesai arkadaşı ve onu iyi tanıyan birkaç kişiden biri sıfatımla- vefatının ardından bir yazı yazma ihtiyacı hissettim.

Kendisiyle geçmişte, 2.5 yıla yakın aynı mekânı paylaştım. Hoca’yı benim kadar tanıyan azdır. Yaşar Nuri Hoca, sıradan bir insan değildi kuşkusuz. Kendisinin ve sahip olduğu vergilerin farkındaydı. Ona Yaratan’ın bağışladığı bu vergileri nasıl kullandığının değerlendirilmesi bize düşmez. Biz sadece bir tespit yapacağız. Bu sebeple bu yazının amacı ne Hoca’yı tezkiye ne de onu tenzil veya terzildir. Amacımız, Hoca’nın doğru anlaşılmasına katkı sağlamaktır.

Koca Mustafapaşa’da, küçük bir Osmanlı mescidinde beraber görev yaptık. Ben müezzin idim, o imam idi. Gündüz vakitlerinde bulunamıyordum; gündüzler Hoca’ya emanetti, okula, bugünkü Marmara Üniversitesi’ne (Türkçe-Edebiyat) devam ediyordum. İlginçtir; görev yaptığımız caminin yakın geçmişteki görevlileri de hep üniversite öğrencisi imişler. (Benden önceki müezzin merhum Mehmet Aydın da hukuku bitirip memleketi Sivas’a avukat olarak dönerken bana becayiş imkânını kullandırmıştı. Ruhu şad olsun). Yaşar Hoca, o tarihlerde ilk eşi Tevhide Hanım ile evliydi. Çocuklarından Cüneyt ve Mustafa küçük idiler. Yaşar Hoca, o yıllarda ikinci fakülte olarak Hukuk’ta okuyor, bir yandan da kitap yazıyor, Hürriyet Gazetesi için de Ramazan sayfası hazırlıyordu. İlkokulu hiç okumadığı için el yazısı çok kötüydü ve bazen yazılarını ben tebyiz ediyordum. (Bu tebyiz teklifini yaparken de “emeğinin karşılığını ödemek” koşuluyla kaydını düşmüştü. Ben kabul etmek istemeyince de ‘hayır o zaman kalsın, bana bir iş yapacaksan böyle olacak’ demişti ve her sayfa için ödeme yapmıştı) Neden daktilo kullanmak istemiyordu, onu da bilmiyorum.

Cuma günleri hutbesini dinlemeye gelen özel bir cemaati olurdu. Ben tam kamet getireceğim sırada lojmandan çıkıp gelir, sünnetleri kılmaz, -Cuma dâhil- farzı kıldırdıktan sonra da cemaati yarıp çıkardı. Merhum babamla çok iyi iletişimleri vardı. Babam,“bu adam çok cesur ve yiğit bir adam” derdi. Daha o yıllarda “sünnet namazlar”ın ihdas olduğu fikrine sahipti. Gözlemime göre L.Massignon’dan Hallac-ı Mansur ve Eseri’ni tercüme ettiği o yıllarda Hoca’nın tasavvufla organik düzeyde bağı da vardı. İhtisas alanı tasavvuf düşüncesi idi ve ilk telif eserinin adı Tarih Boyunca Tasavvufi Düşünce (1974)’dir. Kendisine sormadım fakat Halveti olduğunu biliyordum. Doktora tezi de bu zemin üzerinde idi: Kuşadalı İbrahim Halveti (1982). Hocanın, kültürel bir değer olarak tasavvufa sahip çıkmakla birlikte tarikatlarla ilgili olarak sonraları bu konuda farklı bir çizgiye yöneldiğini görüyoruz.

“Hafız-ı Kur’an”dı. Daha 6-7 yaşlarında iken Kur’anı’ı hıfzetmişti. Karadeniz’in sayılı hocalarından ders almış ve medrese eğitiminden geçmişti. Çocuk yaşta bilgin durumunda idi. İlkokul dâhil devletin resmi okullarının hiçbirinde örgün eğitim görmemiş, bitirdiği üniversiteleri de dışarıdan bitirmişti. Kısa sürede üç dilde konuşabilecek duruma gelmişti. Yaşar Hoca, peş peşe yayımladığı kitaplarla ve yoğun televizyon programlarıyla bir dönem ilgi odağı oldu. Etrafında daima sevenleri oldu fakat nefret edenler de hiç eksik olmadı. Ondan nefret edenler onu tekfire; hatta cüretlerini “cenaze namazının kılınmayacağı” hükmüne kadar vardırdılar. Hoca, kimine göre “özgün ve yeni” şeyler söylüyordu; kimine göre “mezhepsiz ve reformist” idi; kimine göre ise “saldırgan bir üslûpla insanları aşağılayan, ilmiyle mağrur ve kibirli” birisiydi. Bazıları da “sosyete imamı” gibi yakışıksız sıfatlarla anıyordu onu. Hoca’nın “uluslararası bir adam” olduğunu söyleyenler de vardı.

İyi bir mevlithandı da. Bir keresinde beni Muharrem Aslantürk, Fatih Çollak, Enver Balcı, Kadir Temel gibi ünlü mevlithanların da bulunduğu bir meclise götürmüştü. Meclis dediysem burası (muhtemelen geçmişleri için) mevlit okutan bir zengin eviydi. Bizim hocaların tam da “Allah adın zikredelim evvela” diye mevlit kıraatine başladıkları sırada -aksilik bu ya- gözüm şeytanın imlediği bir yere ilişmişti: Bizim mevlithanların kıraat esnasında gözleri yumuk, elleri dizlerinde, hafiften sallanarak yöneldikleri tarafta, filmlerden sonra ilk kez gördüğüm Amerikan barda, dev şarap şişeleriyle karşılaşınca derin bir çelişki yaşamıştım orada. Evden çıkarken uzatılan (payıma düşen) zarfta bütçemi rahatlatacak bir miktar vardı.

Siyasete atıldığı dönemde, seçime iki üç gün vardı. Son mitinglerden biri için Samsun’a gelmişti. Kürsüde konuşuyordu. “Bu yağız delikanlı” diye başladığı konuşmasında Baykal’ı yere göğe sığdırmamış, onun mücadele azmini Peygamberlere benzetmişti. Konuşması bitmiş ve yerini Deniz Baykal’a bırakmıştı. Otobüse geçtik. O sırada Baykal da konuşmaya başladı. Bak, dedim, -egolarının güçlü oluşunu kasıtla- “Baykal ile benzeşen taraflarınız var. Tam da bu sebeple onunla ters düşebilirsin. Bu kadar kontrolsüz övgü ileride seni sıkıntıya düşürebilir, dedim. “Siyaset de böyle bir şey” deyip geçti. (Hoca’yı bir konuda eleştirmek veya ona bir tavsiyede bulunmak kolay değildi ve haddinizi bildirebilirdi. Bu cümlelerimi yumuşatarak ve dikkatli bir üslupla ifade ettim elbette) Neden Chp dedim; orada fazla kalabileceğini hiç sanmıyorum, dedim. “Orada el atılması gereken, müfrit bir damar var. O damar, yıllarca, laikliği dinsizlik gibi algıladı ve sırf bu sebeple bu parti halkla buluşamadı.  Oraya Kur’an’ı ve doğru laikliği anlatmam gerekiyor. Diğer taraflara da laikliğin din için de neden önemli olduğunu anlatmam gerekiyor” dedi. Neden iktidar partisi değil, dedim. Orada daha rahat olmaz mı bu hizmet? dedim. Diğer tarafın ihtiyacı var, dedi. İktidar partisinden söz ederken sitemliydi. Oradan kendisine bir teveccüh olmadığını anladım. Oldukça samimi gördüm. Şahsen orada altı ay süre biçmiştim. Bu kadar da kalmadı, koptu.

Kuşkusuz hoca öfkeli bir adamdı. Onu en çok öfkelendiren iki kesim var idi: Uydurma hadisleri ve Emeviyatı halka din gayretiyle anlatan din adamları ve kendisini din adına tekfir eden “ham ve cahil” Müslümanlar idi. Bu iki kesime çok sert bir üslupla konuşabiliyordu. Bu özelliği, sevenlerine “ohh” dedirtirken nefret edenleri de arttırıyordu. Hocanın hayatını üç döneme ayırabiliriz: İlk dönemi benim çok iyi bildiğim imamlık, hatiplik, irşat ve kendini mayalama dönemi. İkinci dönemi, benim takip ettiğim, seyrek de olsa iletişim içinde olduğum, ünlendiği o zirve dönemidir. Üçüncü dönemi ise yakından bilmediğim (çoklukla medyadan izlediğim ve kabullenmekte benim de zorlandığım) savrulmalar dönemidir. Üçüncü döneminin önemli bir kısmı kişisellik arz ettiği için oralara girmeyeceğim. Evlilikleri, boşanmaları ve aşkları kendi şahsi taktiri çerçevesinde yaşadığı özel hâlleridir ve bize tecessüs yaraşmaz. Hakkında aşırı konuşanlarla aynı şeyleri çoklukla paylaşmadığımı da belirtmeliyim. İnsanların öbür dünyasına ilişkin hüküm verme cüretine sahip olanlardan olmadığım için öte dünyasını Allah bilir diyeceğim. Herkes gibi onun da eleştirilecek tarafları elbette vardı; fakat onu son yıllardaki bazı uç davranışları ve savrulmalarından dolayı acımasızca eleştirenler; muhataplarının herkes gibi hatalarla illetli bir beşer olduğunu, bu insanın, hayatını Kur’an’ın anlaşılmasına adadığını, bu uğurda en ağır hakaretlere maruz kaldığını, aynı yolda geride 40’ı aşkın eser bıraktığını dikkate almalıdırlar.

22 Haziran 2016 günü Üsküdar Şakirin Camisi’ndeki cenazesine de katıldım. Hocanın cenazesinin de hayatı gibi renkli olacağı az çok biliniyordu. Cenazede her kesimden insan vardı. Normal hayatta bir mecliste bir arada bulunmaları imkânsız olan insanları vefatıyla bir araya getirmişti Hoca.  O gün orada bazı tuhaflıklar olabileceği benim için sürpriz değildi. Bir ara kimi alkış tutmak, kimi tekbir getirmek istedi. Bu kümede hangisinde karar kılacağını bilemeyen bir kararsızlık vardı. Alkışçılar az tezikti sanki elini çabuk tutma çabasına girdi; fakat arkası gelmedi. O sırada etrafıma, alkışın cenaze adabımızda yeri olmadığını söyledim. Sadece adap değildi tabii, dinde de yeri yoktu alkışın ama bu kadarını söyleyebilirdim orada. Kuşkusuz, cahiliye dönemi müşriklerinin bir âdetiydi ıslık ve alkış: “Duaları ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildi”(Enfal:35)

Hayatımda ilk defa kıyafeti dekolte sayılabilecek bir hanımefendi ile yan yana cenaze namazı kıldım. Kadın namaz boyunca cemaate uymayarak kendince bir dua ve niyazda bulundu ve sadece ellerini açıp âmin dedi. Biri çıkıp da “böyle namaz mı kılınır be kadın?” diyebilir mi? Kadının bildiği sadece bu ise, Tanrı ile arasına nasıl girebilirsiniz artık? Rabbi ile baş başa kaldığı bu âna hangi yetki ve hakla müdahale edeceksiniz? Onun o anda Allah ile samimi bir iletişim kuramadığını kim iddia edebilir? Sorular uzar… Bizim camilerde cehennem muhafızları eksik olmaz. Tam da bunun benzeri oldu: İçeride yer olmadığı için caminin avlusundaydım. Avluya giren insanlar içinde tanınmış kişiler de olabildiği için gözler kapıdaydı. O ara bir kıpırdanma ve sokranmalar oldu. Baktım, bir adama yönelmiş eleştiriler. Biri “Ne Hakkın var buna?” diyor, diğeri ironik bir üslupla “Tapulu malları ya camiler!” diyor; bir başkası “Sağlığında hocaya dünyayı zehir ettiniz, bari burada onu rahat gönderelim” gibi şeyler söylüyor. Yanımdaki adam, kollarını boyun hizasından itibaren açıkta bırakan bir hanımefendiyi birinin “Camiye böyle mi girilir?” şeklinde uyardığı bilgisini iletiyor bana.

Cenaze cami avlusundan çıktıktan sonra, caminin hemen karşısındaki yolda da bir kargaşa yaşandı: Birisi, “geberdi ş.siz…” gibi bir küfür söz sarf etmiş. Ben duymadım ama duyan adam hemen önümde idi. Öfkeli adam söylenip dururken birden saldırmaya karar vermiş olmalı ki aniden geri döndü. Kalabalığı yararak koştu ve yakaladığı genç adama “Sen kime “ş.siz” diyorsun lan!” diye söylenerek saldırdı. Saldıran adamın 70 yaş civarı yaşına rağmen gösterdiği çevikliğe şaşırdım doğrusu. Kavgacılar ayrıldı ayrılmasına da bu kez kavgada üstünlük kendisinde olmasına rağmen saldırgan kişi zor haller geçirmeye başladı: Meğer adam kalp yetmezliği yaşıyormuş. Oğlu ve kızı başında, bir yandan adamı teskin ederken bir yandan da kolonya ile de rahatlatmaya çalışıyorlardı. Sonrasında ne oldu bilmiyorum.

Bunları şunun niçin anlattım: Yaşar Nuri Hoca; renkli, çalkantılı, çok sesli ve hareketli bir ömür yaşadı. Zirvelerde dolaştı çok zaman fakat ömrünün son yılları hastalıklarla mücadele ile yalnızlık duygusu ile geçti. Bu belki de insanların kişiliğine bulaşan medyatik rengin bu tür insanlara yaşattığı ortak bir kader çizgisidir.

Medyatik döneminde cezp edici imkânlara kavuşmuştu. Bir ara, 1998-2008 civarında cebinde “açık bilet” taşıyordu. Dünyanın belli başlı üniversitelerinde ders veriyordu. Time dergisine göre “İnsanları en çok etkileyen son yüz yüzyılın 100 dâhisi” arasında yer almıştı. Kaç insanın ayaklarını yerden kesmez bu tür imkânlar? Bol keseden atmak kolaydır. Herkes kendisini mükemmel bir istikrar üzerinde görüyor, kimse gözünün üzerindeki çöpü görmüyor. Başkalarının kusurları ile meşgul olmamayı salık veren bir dinin mensuplarının belirleyici özelliği olamaz tecessüs. Herkes kendisine bir sorsun: Bu vergiler size sunulsa mütevazı kalabilir miydiniz? Elbette ideal olan bu değildir fakat unutmayalım ki dâhiler ideal veya geleneksel olanla, “muttefekun eleyh” niteliğindeki kamusal ittifaklarla hiçbir zaman uyuşamamışlardır. Necip fazıl’ı düşünün. Sartre’ı, Borges’i, Dali’yi düşünün… Uçlarda yaşayan bu insanlar aynı zamanda derin bir çelişkiden ibaret idiler. Esasen insanoğlu çelişkiler yumağıdır. Bu keyfiyet atlanmamalıdır

Olağanüstü bir zekâ, aşırı özgüven, uçlarda dolaşmak, kendisini dünyanın merkezinde görmek, sıra dışı davranışlar sergilemek dahilerin temel özelliklerindendir. Bu özellikler Yaşar Hoca’da da vardı. Fazladan olarak cerbezeli ve sinirli idi. Kabullenemediği bir yaklaşımla karşılaştığında o sırada nerede olduğunu ve karşısındakinin sosyal konumunu umursamadan ne söyleyecekse söyler ve sözlerini uçlarda ifade ederdi. Bu durum, yer yer, onun “ilmi ile amil olmayan kibirli bir adam” gibi algılanmasına da yol açtı. Bu algılara kendisinin de katkıları olduğu düşünülebilir fakat bize göre bunların çoğu onun yaratılışı ile ilgili bir durumdu ve bundan kendini alıkoyamazdı. Kendisiyle çok yakın iletişime geçtiğinizde o ekrandaki sinirli adamı; (bir cüretiniz hâlinde sizi anında paylama huyu aynı kalarak) keyifli anında kahkahalar atan, sıcak, yardımlaşma duygusu gelişmiş, merhametli ve nahif bir insan bulabilirdiniz.

Yaşar Hocanın bilinen ve en çok eleştirilen uç sözlerini, hayatındaki iniş ve çıkışları, evliliklerini, özel hayatını sarsan ilişkilerini, son zamanlarda içinde bulunduğu ortama uyum sağlamak gibi aslında kişiliğiyle taban tabana zıt söz ve eylemlerde bulunmasını da bu sıra dışı ve dâhi kişiliğine bağlamak gerekir diye düşünüyorum. Özellikle sosyal medyaya çok farklı yansıtılan namaz konusundaki yorumu, Kemalizm’e evrilmesi, deizm’e ilişkin çıkışları, “müptezel bir medya ortamında sinkaflı kaba sözlere iştirak etmek” gibi hususların bizce psikolojik temelleri vardır. Bunlar, resmi ideolojinin istediği “dindar” insan tipi ve Yeni Selefiliğin kodları çerçevesinde ayrıca tahlile muhtaç hususlardır.* Bu irdeleme ayrı bir inceleme konusudur ve erbabı yapmalıdır.

Görüşümüz şudur: Hoca son zamanlarda yaygın medya ağlarından dışlanmıştı. İzlenirlik oranı düşük olan bir iki televizyondan ve iki gazeteden başka arayan soran yoktu. Yaşadığı ilişkilerin de onu zor zamanlarında terk edilmişlik ve yalnızlık duygusuna itmiş olabileceği göz ardı edilmemelidir. Doğrusunu bilemem; “ulusalcı” söylemlerini ve siyasal ölçekte sert muhalif duruşunu, siyasete girmeyi düşündüğü dönemde, beklediği ilginin ilk umduğu yerden gelmemesine bağlayanlar da vardır. Sahip olduğu vergiler, kişilik özellikleri, çıktığı zirveler ve bu olaylar ve durumlar yan yana getirilirse Hoca’yı daha net anlamak mümkün olur sanıyorum.

Yaşar Nuri Hoca’nın en çok eleştirilen tarafı, iki önemli kaynaktan birini (Sünnet’i) dışarıda bıraktığı iddiasıdır. “Sünnet’i reddetme” şekline dönüşen bu suçlamaya cevabı eserlerinde vardır. Hocanın bu tutumu, -bizce- Kütübüsitte’ye bile sızdığı artık kabul edilen ‘mevzû’ (uydurma) hadislerin sis perdesi altında geri plâna itildiğini düşündüğü Kur’an’ı öne çıkarma çabasıyla ilgilidir. Bu kaygı Âkif’te şöyle dile getirilir:

Lisân-ı pâk-i Nebî’den yalanlar uyduruyor
Sıkılmadan da ‘sevâb işledim’ deyip duruyor!

Hocanın Kütübü Sitte’ye inancı zayıftı. Bu zayıflığın kaynağı bu kaynaklara da sızdığı tespit edilen mevzu hadislerdir elbette. Ona göre sünnetin iki boyutu vardı:

a “Sünnet-i ibadet: Peygamber sıfatı ile ibadetleri ki bunlar sadece kendisine racidir, ümmet bunlarla yükümlü değildir. Hoca, bu sünnetleri genelleştirenlere “Sen Peygamber misin?” diye çıkışırdı.

b “Sünnet-i âdet”: Beşer sıfatı ile bir insan olarak sıradan davranışları ki bunlar da ümmeti ilgilendiren şeyler değildir. Renk tercihleri gibi.

Hoca’nın değinmediği ve benim gözlemime göre itiraz da etmediği üçüncü boyut daha var ki o da Hz. Paygamber’in güzel bir eylemde bulunurken veya birinin güzel bir eylemini gördüğünde onu insanlara da öğütlediği davranışlar ki ki biz buna sünnet-i saadet (gözlem alanına giren ve bundan mutlu olduğu için de onayladığı davranışlar) diyebiliriz. ‘Sünnet’ derken aslolan herhalde bunlardır: Diş fırçalamak, çatlayıncaya kadar yememek, ayakta bevletmemek gibi (Bkz: Yeniden yapılanmak, 1997 Yeni Boyut yayını)

Bize göre Yaşar Hoca, yüzyıllar önce İbni Teymiye’nin; 100 yıl önce Mehmet Âkif’in, Cemaleddin Afganî’nin, Muhammed İkbal’in söylediklerini 100 yıl sonra, günümüz insanının zihin formatına uygun bir dille ve farklı bir üslûpla tekrar etmiştir. Âkif, 100 yıl önce yırtınırcasına bağırdı. Kimse işitmedi onu, savaş naraları arasında sözlerini duyan olmadı. Buradan bakıldığında Hoca, çok da farklı bir şey söylemiş değildir. Günümüz insanı Safahat’ı okumadığı, okusa da anlamadığı için Yaşar Hoca’nın çok yeni şeyler söylediğini zannetti. Hoca’nın eserlerinin özeti sayılabilecek “Kur’an’daki İslâm”, Âkif kaynaklıdır: Bu kitabın adı da, içindeki düşünceler de Âkif’in Safahat’taki “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” mısralarıyla bire bir örtüşmektedir. Âkif de Müslümanların; içine düştükleri zilleti, Kur’an’ı anlama ve yorumlamadaki din algılarındaki problemli duruşlarını, din adına sarıldıkları saçma sapan hurafeleri eleştirirken yer yer üslûbunu sertleştirmiyor muydu? Yüzyıllar öncesinin fetvalarından hüküm çıkaran ve kendisini şâri’ veya vazı’ makamında görenler, namazlara zam yapmaya da (ör. Cuma namazı, teravihe eklemeler) cür’et ettiler. E, böyle bir din, bünyesinde, tekbir getirerek cinayet işleyen İşid’i, sürücü kadınları kırbaçlayan Taliban’ı üretir. Şâri’ شارع veya vâzı’ واضع kelimelerini doğru okuyamayan ve düzgün yazamayanlarla, Ümeyye Oğullarının Emevilere tekabül ettiğini bilmeyenlerle bu konuyu tartışmak da doğru değildir.

Hoca’nın öfkesini Âkif’in farklı bir kimlik ve kişilikle “100 yıl sonra nedir bu hâliniz?” diye bağırmasına benzetiyorum. Şu ifadeler Âkif’in:

Nebiye atf ile binlerce herze uydurdun
Yıktın da din-i mubini yeni bir din uydurdun

Yaşar Nuri Hoca, M. Nur Doğan, Abdülaziz Bayındır, Mehmet Okuyan, İlhami Güler gibi hocalar da sık sık bunu dile getirdiler; tek ve temel kaynağın Kur’an olduğundan bahsettiler. ‘Uydurulmuş din’den ve bu dini kuşatmış hurafelerden, putçuluktan, Kitap’ta karşılığı olmayan eşyaya kutsallık şirklerinden yakındılar. Esasen Yaşar Hoca’nın söylediklerini ondan da önce daha ileri boyutlarda (izinden gittiğini söylediği) Hüseyin Atay Hoca da söylemiştir. Ne ki Atay, cerbeze ile ve cedel üslubuyla ifade etmediği için bu söylemleri sadece Yaşar Hoca seslendiriyormuş gibi algılanmıştır.

Hocaya göre kan ve irin içinde yüzen İslam toplumlarının içler acısı hâlinin temel sebebi, ‘uydurulmuş sahte din’dir. Gerçek şu ki işid ve Taliban gibi uç figürleri üreten din, Hz. Peygamber’in tebliği ettiği “sulh ve selam” anlamına gelen İslam değil;  uydurulmuş, bir sürü eklemelerle kendisi olmaktan çıkarılmış Ümeyye oğullarının dinidir. Problemin de bu tartışmaların da ana kaynağı budur.  Emeviyat’ın mensupları bildiklerini (sözgelimi mezhebini) sorgulayamaz. Mezhebini ve meşrebini sorgulayamayan da onları dinleştirir: Olan da budur. Alevisi de Sünnisi de bu illetle malüldür.

Kimi insanlar gördüm: “Allah ile Aldatmak” diye bir kitap adı mı olurmuş? Bu ne saygısızlık diyor. Oysa bu tabir tam da Kur’an’dan alınmadır. “la yağurranneküm bi’llahi’l-garur»الغرور  بالله لا یغرّنكم  : “Aldatan, sizi Allah ile aldatmasın” (Fatır 5, Lokman 33).

Yaşar Hoca, birçok Müslüman kalem efendisinin ulaşamadığı varsıl konaklara, evlere girmeyi başarmış, İslâm kaynaklarının adına bile alerjisi olan birçok insanı Kur’an’la buluşturmuştur. Bu keyfiyet görmezden gelinemez. Tabiri caiz ise “müellefe-i kulûb”ü (kalpleri ısınma aşamasında olan insanları) muhatap aldığı zamanlarda söz gelimi “nasıl kılmak istiyorsa (Türkçe- Arapça) öyle kılabileceği gibi esnek yorumlarında alay konusu edilmiştir. Bu insanların kalbine Kur’an sevgisi yerleştirmek az bir hizmet değildir. Bunu ben cenazesinde somut olarak gördüm. Bazı yorumlarını “aşırı” .bulabiliriz, konuşmalarındaki üslûbu eleştirebiliriz; fakat Yaşar Hoca’nın ilk iki dönemindeki ilmî kimliğini ve söylediklerindeki özü kaldırıp atamayız. Yaşar Hoca özünde yanlış bir şey söylemedi. Onun uçlarda gezinen üslubuna, özel hayatındaki dalgalanmalara takılma yerine ne söylediğini anlamaya çalışmak daha akıllıca olur kanaatindeyiz.

Allah taksiratını affetsin ve rahmetiyle muamele eylesin.

________________________________
* Bu yazı merhumun vefatından birkaç ay sonra Dil ve Edebiyat dergisinde yayımlanmıştır. (Yazılış: 6.8.2016)
[1] İsmail Kara’ya göre 28 Şubatçıların cemaatlere ve hocalara önerdiği “Kemalist dindarlık veya Cumhuriyet ideolojisi ile tam uyumlu din” anlayışını Yaşar Nuri ileri düzeyde sahiplendi. Esasen bu hocalar, o dönemde ortaya çıkan medyatik dalganın ürünüdür. Bu ilahiyatçılardaki ulusalcı yönelimler ve dışlayıcı yaklaşımlar, Kemalizm ile Yeni Selefiliğin bağdaştığı ortak zeminlerde aranmalıdır: “Yeni Selefîlik ise yeni kelâm ağırlıklı bir din yorumudur, lafızcıdır; esas itibariyle kademe gözetmez, farklı öncelik ve anlayışlara meşruiyet tanımak istemez, tektipçidir.” (bkz. İsmail Kara, Medyatik Hocalar ve Dinin kritik Anlatımı, Star Gazete, 2.7.2016)
* Yukarıda geçen bazı dalgalandırıcı haberlerin aslı şudur: Görüşüne elbette katılmayabiliriz; ama o, deizmi “Allah’ın dışında olağanüstü otoriteler tesis edilmesine karşı duruş” bağlamında değerlendirir. Kur’an’a tümüyle yabancı olan, dinle yıldızları uyuşmayan “kaçkınlar”a ateizmin kucağına düşmemeleri için bir sığınak olarak önerir deizmi. Şu ifade onundur: “Şirk ve Şirke Tepkinin Felsefeleşmesi: “Deizm” Bu konuda yazdığı bir de kitap vardır: Tanrı’dan Başka İnsanüstü Tanımayan İnanç: Deizm. Hoca, Emevi geleneği ile sarmaş dolaş, “uydurulmuş bir din”e karşıydı. Bkz. Emevî Dinciliğine Karşı Mücadelenin Öncüsü Ebu Zer
* Düşüncelerini uçlarda ve keskin ifade ettiğini düşündüğümüz Hoca’nın namaz konusundaki duyumların aslını da kendinden dinleyelim: “Çok değerli bir hocamız var. (Hüseyin Atay’ı kastediyor) Fiilen hocam olmadı ama bende etkisi çok, hâlâ da Ankara İlahiyatta 80 küsur yaşında olmasına rağmen, yüksek lisansta dersler veriyor. Ne diyor biliyor musunuz? Namaz bu ümmetin başına bela edilmiştir. Çünkü bu ümmete yapılan, bütün kötülüklerde Namaz ve cami kullanıldı, alet ettiler… Vallahi ve billahi Kuran’ın dininin temel ibadeti namaz değildir, okumaktır.” (Mart 2013, Sibel Ateş Yengin söyleşisi)
DEVAMI --››
Hessen’de Tepesinde Ayyıldız Olan Bir Kule /R.Seyhan

Hessen’de Tepesinde Ayyıldız Olan Bir Kule

 Farklı zamanlarda birkaç kez gittiğim Avrupa ülkelerinden Almanya-İsviçre-Fransa hattında bu kez (2018) farklı gözlemlerim oldu. İlk durağımız Gieβen. Bu şehir Hessen Eyaleti’nde ve Frankfurt’un kuzeybatısına düşüyor. Frankfurt’a 80 km. uzaklıkta ve 85 bin nüfuslu. Şehrin birkaç önemli özelliği var. İlki, II. Dünya Savaşı’nda en fazla bomba buraya atılmış ve en büyük hasarı bu şehir almış (6 Aralık 1944). Öyle ki şehirde taş üstünde taş kalmamış. Anlaşılacağı gibi şehir, 1945’ten sonra yeniden kurulmuş. İkincisi; Almanya’da üniversite öğrencilerinin en yoğun bulunduğu şehirlerden biri Gieβen. Kızım bu şehirde yaşadığı için buraya birkaç kez gelmiştim. Şehrin bir diğer özelliği de bir Matematik Müzesi’nin dünyada sadece bu şehirde bulunuyor olması. Müzeyi daha önce ziyaret etmiştim. 2002’de açılan müzeyi 2010’da 1 milyonu aşkın kişi ziyaret etmiş. Müzede matematikle ilgili işlemlerin geçmişi dev maketlerle oyunlaştırılarak verilmiş. Burada, geometrik şekillerden elde edilmiş çok enteresan akıl oyunu ahşap gereçler var.  Bu şekilleri bir araya dizerek anlamlı bir bütüne ulaşmak oldukça uğraş istiyor. Orada biraz şekil oyunu oynadım ve yenildim.
Şehirde dünyaca ünlü bilim ve sanat adamlarının da izleri var.

Rontgen’in kâşifi Wilhelm Röntgen (1845-1923) anıtı ve ünlü fizikçinin 1879-1888 arası ders verdiği J. Liebig Üniversitesi burada. Röntgen 1901’de Nobel Fizik ödülü almış. Üniversite bugün de aynı amaçla kullanılıyor. Okulda Justus Liebig (1803-1873) de ders vermiş. Almanya’da en az Röntgen kadar ünlü Liebig. Bu zat, organik kimyanın kurucusu, kabartma tozunun ve gübrenin kâşifi. Nobel ödüllü toplam 60 kimyacıdan 42’si Liebig’in talebesi imiş (duydunuz mu Türk üniversiteleri ve onun fen hocaları…) Şehirde, Liebig’e adanmış ve onun adıyla anılan bir de müze var. Ünlü Alman şairi Goethe, Wetzlar’da staj yaptığı yıllarda (1772) Frankfurt’a dönerken Gieβen’e uğrar ve günün sonunda açlığını buradaki Zum Löwen adlı lokantada giderirmiş. Bu lokanta, hâlâ lokanta olarak kullanılıyor ve İtalyanlar işletiyor.

Amerika’nın Almanya’daki en büyük üssü Gieβen’de bulunuyor. Bu üs, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’ya dayatılan bedellerden biri. Üstelik Amerikalılar üssü hiçbir izin almadan istedikleri gibi genişletme hakkına da sahip imişler. Rehberim bana “Almanya bağımsız bir ülke değil” dedi. Grev Almanya’da yasak. Almanya’da mal emniyeti cana yakın bir yerde duruyor. Birinin mülkünü  gasp amaçlı ateşli silahlarla tecavüze kalkışanın alacağı cezalarla ocağı söndürülüyor.

Wetzlar, Almanya’nın küçük ama tarihi ve tabiat dokusu ile şirin bir şehir. Burada Weilburg kasabasına bağlı bir tepenin eteğindeki Kristalhöhle-Kubacher Yeraltı Mağarası’na gittik. (Malumu ilam: Avrupa’da kasaba ile köyler aynı şekilde yapılandırılmıştır.) Burası, dünyanın en gizemli mağarası kabul ediliyormuş. 300 milyon yıllık geçmişi olan mağaranın keşfedilmemiş alanları da varmış. Yerin 70 m. altına indik. Mağarada yer yer akmakta olan kristal dereler var. Şehrin tarihi dokusu özenle korunmuş. Weilburg’da, şehri kuş bakışı seyredebileceğiniz yüksekçe bir yerde konuşlanan Sloβegarten, 17 yy aşiretlerine ait bahçeleriyle ünlü bir şato. Bu şatonun bahçesinde dalları her iki yana uzayan, dolayısıyla bir duvarı yataylamasına saran bir ağaç gördüm. Dönüşte Weilburg’da akşam güneşinin muhteşem bir görüntü sunan batışını izlemenin keyfini de kayda alalım.

Giessen’e 7-8 km ötede Lich-Kloster yerleşkesinde  genişçe bir avlusu olan 17.yy’dan kalma sıkı tahkim edilmiş bir taş bina var. Bina, külliye biçiminde ve civarında korumaya alınmış on beş yirmi kadar tarihi evlerden oluşuyor. Burası, 1940’larda askeri amaçla kullanılmış. Binanın avlusunda, savaşta öldürülmüş 40-50 kadar askere ait anıt mezar bulunuyor. O mekânda, dışarıda, tepesinde ayyıldız olan bir kule görünce ilgimi çekti ve yaklaştım. Kitabesinde Abbas Arnsburg yazıyor. Ayyıldız ve Abbas… Bunun bizimle -en azından medeniyetimizle- ilgili olabileceğini düşündüm; fakat bu kule ve kitabe ile ilgili Almanların hiçbir fikri yok. Dolayısıyla kimseden net bir bilgi alamadım. Türkler farkına bile varmamış zaten. Buradaki Türklerin işleri o kadar çok ki (!)… Çocuklarıyla da ilgilenemiyorlar. (Görev yaptığım Augsburg’daki Dom Kilisesi’nin kapısında 2018’e göre 330 yıldır asılı duran  Osmanlı Sancağı’ndan da hâlâ haberleri yoktur orada yaşayan Türklerin.) Burada yıllar önce öğretmenlik yapmış olan dostum M. Nevzat Özdemir’in verdiği bilgilerle zihnimdeki taşlar yerine oturdu: Buna göre; Osmanlı Dönemi’nde çeşitli savaşlarda Almanlara esir düşen çok sayıda Müslüman vardı. Bunların bir kısmı din de değiştirdiler. Bazıları oralardaki kilise mezarlıklarına gömüldüler. Bu konuda yayımlanmış bir de eser var:  1688-1700 arasında Almanlara esir düşen “Bir Osmanlı Askerinin Hatıratı”, (aynı üst başlıkla)  Temeşvarlı Osman Ağa adıyla Bilge Kültür Sanat’tan  çıktı. Anlaşılıyor ki Abbas Arnsburg onlardan biri. Soyadı da bu görüşü doğruluyor. Abbas’ın hikâyesini bilmek isterdim. Mesela nasıl Arnsburg olduğu, oraya anıtını diktirecek ne iş yaptığı vb. Almanya’nın bazı şehirlerinde Pakistanlı Mirza Gulam Ahmed (1835-1908) adına yapılmış camiler var. Ahmediye Camisi olarak bilinen bu camilerin bünyesinde medrese de bulunuyor.[1] Bunların biri de Giessen’de. Bu cemaat mensuplarına göre Risalet, veraset yoluyla sürmektedir ve Gulam Ahmed, Hz. Peygamberin varisidir.  Ahmediye Camisi diyanet camisinin hemen bitişiğinden bir arsa alınarak geçen yıl yapılmış. İnşaat sırasında Ditib (Diyanet) camisinin cemaati centilmen davranmış, daha doğrusu mezhepçilik-kabilecilik gibi cahiliye adetlerini işletmemiş ve geniş bir pencere sunmuşlar: “Cuma namazlarını bizim camide kılabilirsiniz inşaatınız bitinceye kadar,” demişler. Bu insani teklife, cemaat mensuplarının verdikleri cevap ilginçtir: “Biz, sizin arkanızda namaz kılmayız.” Sadece Türklerin değil burada yaşayan Müslümanların ortak görüşü, Avrupa’da bu cemaatle İngilizlerin özel olarak ilgilendikleri, her türlü desteği verdikleri yönündedir. Kızımın evine 500 m ötede olan bu caminin hem resmini çekmeye hem de cumayı burada kılmaya gittim. Az geç gidip gizlice resim çektim; müdahale ederlermiş çünkü. Namazdan sonra oyalanmış olmalıyım. Evde “lazım” olmuşuz. Telefon da olmadığı için ulakla haber salmış kızım. 11 yaşındaki torun geldi. Eve girerken çocuğun söylediği söz: “Dede, senin yüzünden 1 dakika geç kaldık. Annem saat 15.00’te burada olun demişti ve ben tamam demiştim.”

Gieβen’e 30 km uzaklıkta bulunan Marburg, savaşta, tarihi dokusu zarar görmeyen birkaç şehirden biri ve bu ülkede gördüğüm en güzel şehir. Şehrin tarihi dokusu olduğu gibi korunmuş. Marburg’daki 16.yy’dan kalma Asilzadeler Şatosu’nun görkemi şehre farklı bir siluet veriyor. Gördüğüm en görkemli şatonun da Alsace-Haut Rihn hattında, Colmar-Strasbourg arasında, yemyeşil üzüm bağlarından geçilip kıvrımlı yollardan çıkılarak ulaşılan 12.yy’dan kalma Haut Königsborg Şatosu olduğunu söylemeliyim. Şatonun içinde asilzadelerin işlettiği şarap işletmeleri atölyesi de var. Zaten bu yol hattına hâlâ Alsace Şarap Yolu deniyormuş. Marburg Üniversitesinde; Heidegger, Dilthey, Wittgenstein gibi büyük hocalar ders vermiş. (Kurucu: Hermann Cohen, geliştiricileri Paul Natorp ve Ernst Cassirer.) Burada anılan hocaların çoğu daha sonra Freiburg’da ve Frankfurt’ta da ders vereceklerdir. Böylece Marburg’dan sonra bir Freiburg ve Frankfurt Okulu’ndan da söz edilecektir. Bu arada Nietzsche’nin de Basel’de ders verdiğini hatırlatalım. (Basel’e de uğradık ama dönüş yolu olarak)

Yorumbilimin (hermenötik) iki önemli ismi Hans G. Gadamer (öl. 2002) ve Rudolf Bultmann (öl. 1976); Kant’ın ahlak öğretisi üzerine çalışan filozof Karl Vorländer (öl. 1928) burada doğmuşlar. “Hermeneutik inceleme, varlık incelemesi ve nihai noktada dil incelemesidir” diyen Marburglu Gadamer, uzun bir ömür yaşadı (102 yaş). Gadamer  ve H. Arendt M. Heidegger’in de talebesi oluyor. Hocaların burada toplanmaları sebebiyle, felsefede Frankfurt’tan sonra bir Marburg Okulu’ndan da söz edildi. Marburg’dan  gelip geçen diğer ünlü filozoflar: J. Hebermas, M. Heidegger ve öğrencisi F. Schelling, W. Dilthey, W. Wittgenstein, R. Bultmann, F. D.E  Schleiermacher, Z. Bauman; hocaların hocası sayılan Franz Brentano, Annamerie Schimmel, Fuat Sezgin vb. Alman filozoflarının ders verdiği bir başka üniversite Freiburg’tadır. Freiburg’a daha önce, 2004’te gitmiştim. Bu şehir de Trier ve Marburg’dan sonra tarihi dokusu en ince ayrıntısına kadar korunmuş otantik bir şehir.

Marburg’daki Elisa Bethen Kilisesi’nin mimarisi farklı geldi sanki bana. Kilisenin emsallerine oranla çok daha dik çatılı bir görüntüsü var. İçerisi zifiri karanlık. Telefon ışığından yararlanmayı bile düşündüm. Kısmen ışıklandırma vardı ama çok cılız ve yetersiz idi. Ruhuma bir kasvet çöktü ve kendimi dışarı attım. Kilise mimarisinde gözetilen temel husus; insanı kuşatmak, kıstırmak, insanın insan varlığını hâkimiyeti altına almak…

Marburg’daki 16.yy’dan kalma Asilzadeler Şatosu’nun görkemi şehre farklı bir siluet veriyor. Gördüğüm en görkemli şatonun da Alsace-Haut Rihn hattında, Colmar-Strasbourg arasında, yemyeşil üzüm bağlarından geçilip kıvrımlı yollardan çıkılarak ulaşılan 12.yy’dan kalma Haut Königsborg Şatosu olduğunu söylemeliyim. Şatonun içinde asilzadelerin işlettiği şarap işletmeleri atölyesi de var. Zaten bu yol hattına hâlâ Alsace Şarap Yolu deniyormuş.

Almanya’da yaşayan Türkler, 15 Temmuz’un önemli aktörlerinden firari Adil Öksüz ve Zekeriya Öz’ün Freiburg’da, istihbarat gözetiminde özel bir koruma altında saklandığı bilgisine sahipler. Görgü şahitleri de varmış. Bir şekilde Almanya’ya “giren” bu gibi firarilerin ilkin Giessen’e getirildikleri, sonra buradan sıkı bir güvenlik altında dağıtım edildikleri bilgisi ise tartışılmıyor bile.

1 Mayıs Cumartesi günü Frankfurt’a gittik. Şehrin önemli caddeleri neredeyse boşaltmıştı. Arkada, ana arterlerde ise kıyamet kopuyordu. Burada marjinal gruplar için 1 Mayıs önemli fırsattır. Daha önce Goethe’nin müze evini ziyaret ettiğim için bu kez aklımda Frankfurt’a görülmesi gereken önemli bir mekân olan  İnternational Senckenberg Museum (Doğa Müzesi) var. Müze girişinin karşısında orta refüjde şehir aksesuarı olarak yerleştirilmiş bir görsel dikkatimi çekti. Love kelimesinin son harfini Euro’nun simgesi € ile yazmışlar. Batının zamirini deşifre eden bir espri. Aşk gibi metafizik bir değere bile para burnunu sokmuş. Bu müzedeki hayvan iskeletleri 70 milyon yıllık imiş. Keza, M.Ö’sine ait ağaçlar bile korunmuş. Dinazorun mitolojik bir varlık olduğunu sanıyordum doğrusu. Değilmiş.

Avrupa’da gittiğim her ülkede şehirleşmeyi bir problem olmaktan çıkmış gördüm. Adamlar bu işi 50 yıl önce halletmişler. Savaş yıkımı, bir bakıma işe de yaramış. Köyler dâhil bütün şehirler, 100 yıl sonrasının şartlarına göre planlanmış. Şehirleşmede, her yerde insan unsurunu ve tabiatı ön plana almışlar. (Bunlar ‘gâvur’ oluyor tabii!) Bizim büyük şehirlerin varoşlarındaki (özellikle Bağcılar, Yeni Bosna, K.Çekmece, Güngören, Okmeydanı, Gültepe, Sancaktepe, Kartal, Sultanbeyli, Gaziosmanpaşa, Sultangazi’deki…) sokakların buradaki herhangi bir şehrin bir mahallesi gibi olması için “bir atla yık” biçiminde düzenlenmesi gerekir ki yeşil alana yer açılsın, bu semtler bir şehire benzesin. (Buralar şehir değil, en uygun adıyla “arabesk yerleşke”) Aksi hâlde bu semtler, bir 50 yıl daha ağaçsız yani nefessiz yaşayacaktır. Şu soruyu hep sormuşumdur: Gayrimüslimler eve benzeyen evlerde, insana yaraşır şehirlerde tabiatla kucak kucağa yaşarken Müslümanlar neden kötü binalarda yaşıyorlar, neden kötü şehirler kurdular, neden ağaçları kovdular şehirlerden, neden hayvanlarla iletişimi kestiler? Bu soruların benzerini, o ünlü beytinde, 150 yıl önce Ziya Paşa da sormuştu. Yeni Cumhuriyet, güzel şehirlerin imarı için bir fırsattı ve o kaçırıldı. Bina yaparken hiç olmazsa aracını nereye koyacağını hesap etmemeyi, 30 yıl sonrasını öngör(e)memeyi ise izah edemiyor insan. Yukarıda andığım yerleşkelerimizi görünce medeni bir millet olmadığımızı düşünüyorum bazen; ama bu elbette doğru değil. Medeniyetini kaybetmiş bir milletiz demek daha doğru olacak. Şehirleşme medeniyet algısıyla doğrudan bağlantılıdır. Müslümanlar medeniyetleriyle birlikte şehirlerini de yitirdiler.                    

2017 yılı ülkemiz için Avrupa ile ilişkiler bakımından en kötü geçen yıl idi. O yıl Fransız ve Alman televizyonları neredeyse her akşam Türkiye Cumhurbaşkanı aleyhine Tv programları yapıyorlardı. Tr. Cumhurbaşkanı’na hakaret eden ve dövmeli tişörtüyle bilinen bir Alman vatandaşa, bu hakaretinden dolayı burada yaşayan Türklerin şikâyeti üzerine soruşturma açılmış. Federal yasalarda o sırada “yabancı devlet adamlarına hakaret edilemeyeceğine” ilişkin madde varmış ve “bizimkiler” buradan girerek dava açmışlar. Türkiye’yi ikinin biri hukuktan sapmakla suçlayan Alman hukuk birimleri, dava açıldıktan sonra bu maddeyi feshetmiş ve dava düşmüş. Adam da yargılan(a)mamış. Bu gelişimde bu tipi dinmişti sanki. Sebebi de belli: Sonunda, -özelikle bu ülkedeki son seçim sırasında- y aşlı ve etkili bir gazeteci isyan etmiş: “Türkiye Cumhurbaşkanı, Almanya’yı da yönetmeye aday da bizim mi haberimiz yok? Ekonomik sıkıntılarımızın sorumlusu Tr. Cumhurbaşkanı mı? Ne yapıyorsunuz siz?” demiş. Etkili olmuş ve kesilmiş biraz. Herhangi bir Avrupa ülkesinin ikinin biri Türkiye aleyhine “şaşırtıcı” çıkış yapması bütünüyle danışıklı, sistemli ve sıraya konmuş sanki. Orada bulunduğum sırada (Mayıs 2018) sıra Fransa’da idi ve “Kuran ayetlerini tebdil veya tağyir” önerisi ile savdı sırasını. Sanırım sıra Belçika’ya geldi… Bunlar elbette bir amaca mebni ki o biliniyor artık.

Seçim deyince aklıma geldi. Almanya’da görev yaptığım yıllar… Bir pazartesi sabahı. Okulda Alman öğretmenler seçim sonucunu konuşuyorlar. Cdu kazanmış falan. “Seçim mi oldu?” dedim. Gülüştüler. Meger tv’de olup bitmiş seçim. E, Tv de izlemiyorduk çünkü tv izleyecek kadar vaktimiz yoktu. Bizde olanı anlamakta zorlanıyorum. Bu zamanda şamatalı meydan mitingleri yapmak, caddeleri parti bayrakları ile donatmak, telefona propaganda mesajları göndermek vs insanları geri zekâlı yerine koyma görünüyor bana, baktığım yerden. Bu arada farklı sayılabilecek bir bilgiye ulaştık: Meğer Almanya’nın da kendine has faili meçhulleri varmış. Türkiye ve Erdoğan yanlısı konuşmalarıyla bilinen iki gazeteci faili meçhule kurban gitmiş. Bu bizde pek bilinmiyor.

Karayolunu severim. Almanya’da karayolu kültürü yok veya gelişmemiş. Genelde tren kullanılıyor. Bir farklılık olur düşüncesiyle Fransa’ya kara yoluyla gittim.  Strasbourg üzerinden Mulhouse’e yedi saatlik bir yolumuz vardı. Biletin yedeğindeki evrakta (Almanların Fahrschein dedikleri yol güzergâhını gösteren bilgilendirme evrakı) yazılan saatten bir dakika önce Mulhouse’e ulaştı aracımız.

Kız kardeşim, Fransa/Haut Rhin-d’Alsace Bölgesi’nde Mulhouse‘da yaşıyor. Bu şehre defalarca geldim. Eski bir Alman kenti olan şehir, II. Dünya Savaşı’ndan sonra  savaş tazminatı olarak Fransızlara bırakılmış.  Avrupa’nın en zengin Botanik Bahçeleri ve en eski Otomobil Müzesi burada bulunuyor. Müzeye daha önce gitmiştim. Fransa’da herhangi bir mahkeme kararı olmadan sabah evden çıkınca nereye gittiğinizi nerelere uğradığınızı takip veya tespit yetkisi var polisin. Sadece eve baskın mahkeme kararı gerektiriyor. Özellikle para trafiğiniz ve ekonomik hareketiniz takip altındadır. Bizde 2018 başlarında patlak veren Çiftlik olayı düşünülürse bu ikincisinin iyi olduğu da düşünülebilir ama böyle bir girişim bizde Faşizm olarak algılanır. Oysa bu tür uygulamalar burada “devletin egemenlik hakkı” ile açıklanıyor.

Montreux ve Lozan’da Bir Gün

Bir cumartesi günü yeğenim Cebrail ile İsviçre’ye hareket gittik. Avrupa’da ender görülen güzel bir gündü; hava açık ve güneşli ve gökyüzü cam gibi saydamdı. Yol hedefimizde Lozan ve Montreux var. Otobanda ilerlerken tam da karşı ufkumuzda Alplerin bir uzantısı, üzeri karlarla kaplı muhteşem bir dağ vardı. Bizim Cebrail bazen felsefi düşüncelere dalar ve bu konularda tefekkürü sever. Arabayı kullanırken manzara karşısında duygularını anlatmaya başladı: “İnsan beyninin kaydettiği resimleri hiçbir elektronik cihaz kaydedemiyor. Gözün beyne gönderdiği kayıtlar orada yıllarca kalabiliyor. Bu bana çok ilginç gelmiştir.” dedi. Cebrail’in açtığı kapıdan girerek ben devam ettim: “Üstelik o görüntüleri hafızada öyle bir yere depoluyor ki beyin; sırası gelince, yıllar sonra bile onları yerinden isteyip kullanabiliyorsunuz. Üstelik bu görüntüleri ikinci kişilerin görmesi asla mümkün değil. En fazla anlatırsınız ve o da hayalinde ona bir görüntü çizer ama o görüntü veya mekân sizin hafızanızda kayıtlı olan yerin aynısı değildir. O kişi anlattığınız yeri daha önce görmüş olsa bile onun tahayyül ettiği sizin beyninizdeki kaydın aynısı değildir.” “Hatta” dedi Cebrail, “O görüntü, sizden dinleyen kişinin zihninde sizin kayıtlarınızdan daha farklı hatta daha güzel olabilir.” Cebrail ile böyle sesli beyin fırtınaları estirerek ilerlerken yol güzergâhında uzaktan görülebilecek şekilde büyükçe bir haç dikkatimi çekti. Kimi metal kimi ahşap bu haçların ve uzaktan seçilebilecek büyüklükte. Belirli aralıklarda bu düzenleme ile tekrar karşılaşınca anladık ki bu haçlar; İsviçre yollarında yaklaşık 20 km’de bir yol kenarlarına özel bir itina ile dikilmiş.

İsvirçre’nin paradan para kazanan bir ülke olduğunu; dünyanın haram yiyicilerinin paralarının kasası olduğunu az çok herkes bilir. Şu da biliniyor: İsviçre bağımsız bir ülke değil. Fransız-Alman-İtalyan kantonlarından oluşuyor. Sadece haram para değil; bu üç devlet sömürgelerden elde edilen serveti de buraya yığmışlar ve ortak bir güvenlik şemsiyesi kurmuşlar. Bu ülkeler İsviçre’ye demişler ki “Lozan, Montreux, Boden See bölgelerinde ortak hâkimiyet kuralım. Buralarda bizim sömürgelerimizden elde ettiğimiz dünya servetimiz var. Servetimizin başında olmamız lazım. Buraları tek başına koruyamazsın zaten” demişler. O da kabul etmiş. Bu kantonların her birinin ayrı başbakanı var.

Mağlupların aralarında ihtilafa düştüğü (birine göre devletimizin defterinin dürüldüğü diğerine göre bize nur topu gibi yeni bir devlet ikram edildiği) Lozan ve Montreux ile o imzaların atıldığı o ünlü otelleri merak ediyordum. Montreux, Alp dağlarının eteğinde, Leman gölü kıyısında etkileyici bir tabiat ortamına sahip küçük bir kasaba. Şehrin başında Alpler’in nöbet tutar gibi dikilişi muhteşem. Montrö Antlaşması’yla savaştan yenik çıkmanın ağır bedelini “yabancı gemilerin 100 yıl Boğazlardan ‘beleş’ geçişi” olarak ödüyoruz malum. İste o anlaşmanın (Montrö Antlaşması, 22 Haziran 1936) imzalandığı otel, sırtını şehrin arkasındaki sarp dağların yamacına yaslamış, 82 yıl öncesinden orada yaşananları fısıldıyor kulağıma. Otel bugün de otel olarak kullanılıyor. Bu ve buradaki diğer tarihi otellerde kalmak büyük para imiş. Montreux Palace’ın karşısında resim çekinirken -yenilmişlerin bir evladı olarak- mağlubiyete dair tarifsiz, tuhaf duygular yaşadım.

Havada bulutlar ağıp dönmeye başlayınca, yağmur her an gelebilir, Lozan’ı da aradan çıkaralım dedik. Montreux ile Lozan arası 20 km. Lozan’da ilk işimiz o ünlü antlaşmanın yapıldığı oteli bulmak oldu. O ünlü masada, karşımızda; İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Portekiz, Belçika, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan ve Yugoslavya’nın bulunduğu 24 Temmuz 1923’te atılan o imzalarla Osmanlı devletinin sadece savaşta yenilgisi değil çöküşü de tescillenmişti.  Vardığımızda yağmur da ha bastırdı ha bastıracak… Mihmandarım Cebrail Eryurt çekinceli. Güvenlik içeri bırakmaz diye düşünüyor. Kovmazlar ya dedim, daldım. Güvenlik kulübesinde de otel çevresinde de kimse görünmüyordu. El çabukluğuyla birkaç resim çektik. Mağlupların çocukları özgün adı Beau Rivage Palace olan bu otelde atılan imzayı 90 yıl sonra da hâlâ tartışıyorlar. Yenilmişlerin çocukları oradan zaferle ayrıldıklarını söyleyedursunlar, Montreux ve Rivega Palaslar, muzafferlerin  zenginlikten semirmiş torunlarına kumar “hizmeti” sunuyor. Bu otellerde büyük paralarla kumar oynanıyormuş. Montreux Palace’da yaşadığım tuhaf duyguları burada da yaşadım. Derken yağmur çok şiddetli bastırdı ve oradan ayrıldık. (Yağmur, ne demek istedi?)

Bu gidişimde bir şey fark ettim: Avrupa’da büyük nehirlerden -mesela Rehn nehrinden- kollar elde edilmiş ve o kollar şehirlerden geçecek şekilde üzerinden gemilerin yüzebileceği bir kanal gibi düzenlenmiş. Rehn’in Mulhouse kolu kenarında dolaşıyordum. Karşı kıyıda bir tank dikkatimi çekti. II. Dünya savaşından kalma imiş. Etrafı biraz düzenlenmiş o kadar. Hiçbir koruması yok. Hırsız Avrupa’da da var. Onlardan biri çıkıp da o tankı parça parça söküp hurdacılara satmayı düşünmüyor. Biraz ilerleyince yine nehir kıyısında bir anıtla karşılaştım. Anıtı okurken Morocco adıyla karşılaşınca  irkildim. Bu, Müslüman bir ülke (Fas) adıydı. Rusya, Belçika, İngiltere, İtalya, Fransa gibi ülkelerin, sömürgelerinden getirdiği insanları âlî menfaatleri için savaşlarda kullandığı biliniyor. Mihmandarıma tercüme ettirdim. Tam da aklıma gelen gibiymiş: Gördüğüm anıt  Fransızların Fas’tan getirtip burada kırdırdığı seçkin, özel birlik adına dikilmiş. “Savaşta Öncelikli Ölmesi Gerekenler Anıtı da diyebiliriz buna. Führer(Hitler), 1944’te 38 Faslı Müslüman’ı burada pusuya düşürüp imha etmiş. Müslümanların zaferlerinin de inhitatının da Avrupa’da somut izleri var ve bunlardan Türklerin de Kürtlerin de haberi yok.

Gezip dolaşırken açlık giderme telâşı sardı. Ben diyeyim imbis siz deyin lokanta… Dönere talimden başka şans yok. Onun da tadı yok. Avrupa’da -malumu ilam olacak- etin de sebze ve meyvenin de tadı yok. Derken gök gürültüsü gibi bir ses zuhur etti ki yeri göğü inletmekte. Bir dönüp baktım ki bir Fransız hatun bir tomar peçete ile burnuna operasyon düzenliyor. Almanlarda görmüştüm de Fransızlarda görmemiştim.

[1] Altan Araslı, Avrupa’da Türk İzleri,  Akçay Yayını, 3 cilt 2009;  aynı adla Yavuz Bülent Bakiler, Yakın Plan Yayını, 2017 İst;  Latif Çelik, Almanya’da Türk İzleri, Almanca, 2009

 

DEVAMI --››